Ziya Gökalp - Hayatı ve Eserleri

 

ATATÜRK NE DEMİŞTİ?

Mütareke'de fevkalâde komiser olarak Türkiye'de bulunan sonralar İtalya Hariciye nazırı olan Kont Sforza (Sunday Times) gazetesinde yayınladığı "ATATÜRK’ün Muvaffakiyetinin Sırrı" başlıklı bir makalesinde şunları yazmıştı: "Mustafa Kemal'le yaptığım konuşmalar sırasında, kendisinde Türk milletinin hâl ve istikbalini güvence altına almak hususunda müthiş fikirler sezdim ve onu sordum;

"-Bu fikirlerinizin kaynağı kimdir?"

Mustafa Kemal şu cevabı verdi:

"-Etimin ve sinirlerimin babası Ali Rıza Efendi'dir. Hislerimin babası NAMIK KEMAL, fikirlerimin babası ZİYA GÖKALP’TIR."

ZİYA GÖKALP’IN HAYATINA TOPLU BİR BAKIŞ

1876 yılında Diyarbakır'da doğan Ziya Gökalp, ilk tahsilini doğum yerinde yapmış, sonra İstanbul'a gelerek, parasız olduğu için baytar mektebine girmiştir. Son sınıfta istibdat, idaresine karşı gizli çalışmala­rından dolayı dokuz ay hapse atılmış, sonra memleketine sürülmüştür. Sinirleri bozulan GÖKALP, henüz 21 yaşında iken, büyük bir ruh bunalımı geçirerek alnına bir tabanca sıkmış ve bu kurşunu ömrünün sonu­na kadar başının içinde taşımıştır. Fikir, sanat ve cemiyet hayatımıza istikamet veren bu âlim ve mürşit, İstanbul Dârülfünun’un sosyolog kürsüsünün ilk profesörüydü. Türklüğe âşık olan bu ilim adamı, aynı zamanda milliyetçi şiirleriyle gençlerimizin yüreğine aşıladığı iman ve millî duygular, onun serptiği ışıklar dünümüzü ve yarınımızı daima aydınlatacaktır.

1908'de İkinci Meşrutiyet ilân edilince İttihat ve Terakki komitesin­de faal rol alarak Diyarbakır'daki Peyman ve Dicle gazetelerinde makaleler yazmaya başladı. "Küçük Mecmua"yı çıkardı. O zamanın bir fikir mihrakı sayılan bu mecmuadan İstanbul gazeteleri makaleler iktibas ediyordu. Fikirlerini yaymak için bütün gücüyle çalışan GÖKALP, geceleri öğretmenlere ders veriyor, gündüz mecmua ile meşgul oluyordu.

İstiklâl Harbi’nden sonra maarif vekâleti telif ve tercüme heyeti reisi olmuş, sonra da Diyarbakır milletvekili seçilmiştir. "Doğru Yol" adlı bir dergi çıkarmaya başladı. Bir müddet sonra mil­letvekilliğinden istifa etti. Çünkü o ilme ve Darülfünun'daki kürsüsüne âşıktı. Her zaman, "Ben fikirlerimi neşredecek bir sahaya muhtacım. Bana serbest bir kürsü, hür bir mecmua lâzımdır" derdi.

Atatürk'ün gerçekleştirdiği inkılâplar, daha önce GÖKALP’IN fikirlerinden geçmiş ve kaleminden çıkmış birer hayaldi. Atatürk de "fikirle­rimin babası ZİYA GÖKALP’TIR" demişti.

Bütün hayatını fakirlik ve zaruret içinde geçiren GÖKALP’IN hastalı­ğı esnasında doktora verecek parası yoktu. 25 Ekim 1924'te ölen Ziya Gökalp, Sultan ikinci Mahmut türbesinin bahçesine gömüldü.

 

ESERLERİ

Şiir: Şaki İbrahim Destanı (1908), Kızıl Elma (1915), Yeni Hayat (1918), Altın Işık (1923), Şiirler ve Halk Masalları (Haz. Fevziye Abdullah Tansel, 1952). İnceleme: İlm-i içtima Dersleri (1913), İlm-i iç-tima-i Dinî (1913), İlm-i Içtima-i Hukuk (1914), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (1918), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Medeniyet Tarihi (1925), Malta Mektupları (1931), Ziya Gökalp ve Çınâraltı (Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan yazılan, Ali Nüzhet Göksel (1939), Ziya Gökalp Diyor ki (Dergilerde çıkan yazılarından seçmeler, A.N. Göksel, 1950), Ziya Gökalp’ın ilk Yazı Hayata (ilk makale ve şiirleri, Şevket Baysenoglu, 1956), Mektup: Ziya Gökalp’ın Hayatı ve Malta Mektupları (A.N. Göksel, 1931), Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektuptan (Â.N.Göksel, 1956), Limni ve Malta Mektupları (Fevziye A. Tansel, 1956), Ziya Gökalp’ın bütün eserleri, Kültür Bakanlığı tarafından "Ziya Gökalp Yayınları" adı altında 1976 yılından itibaren yayınlan­maktadır.

Türk milletinin "Lisanca, dince, ahlâk ve bediiyatça müşterek, aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep" bir bütün olduğu inancı ile çalışan GÖKALP, örneği pek az olan bir âlim, her hususta faziletli yaşayan ve yüksek ahlâkiyle fikir hayatımızda benzeri olmayan örnek bir insan­dı. Onun didaktik mahiyetteki şiirleri, birer fikir komprimesidir.

Hilmi YÜCEBAŞ


 

NASIL İLİM ADAMI OLUNUR?

İlim adamı olmak için bir şahsi kütüphaneye sahip olmalı. Bir de Garp ve Şark dillerinden birine malik bulunmalı, fakat ne Garb'a, ne de Şark'a gönül vermemeli. Bunlardan fikir ve usul alarak, yalnız kendi milletinin kültürünü tetkik etmelisin. O zaman orijinal olursun, orijinal eser verenler de bir memleketin âlimleridir, filozoflarıdır, mürebbileridir.


İLİM ADAMLARI GÜZEL KADINLA EVLENMEMELİ

Selânik'ten geldiğinden beri Ziya İstanbul’un bir kenar mahallesinde oturuyordu. Bir yaz arkadaşları ısrar ettiler, Büyükada'da dile yakın bir köşk tutuldu. O yazı, ailesiyle Büyükada'da geçirdi. Adanın havasın­dan, manzarasından hoşlanmıştı. Garp ilmine âşıktı, fakat kendi kendi­ni yetiştirmiş birçok fikir adamları gibi. Garplıların yaşama şeklini bil­mezdi. Felsefe ve sosyoloji terimlerini unutuverse karşısındakilerle ko­nuşacak kelime bulamayacağı muhakkaktır. Arkadaşlarından biri onun hakkında şöyle derdi: "Ziya tek buutludur, o bir buut içinde dönüp do­laşır. Güya bu, ihtisas demekmiş. Hayatın türlü renklerden, türlü ses­lerden, türlü zevklerden mürekkep olduğunu kendisine bir türlü anlata­madım" fakat adaya gittiğinden beri değişmiş gibiydi. Arkadaşlarının kendi üzerindeki tesirleri görülüyordu. Giyiniş tarzı bile başkalaştı. Za­man zaman kendi evinde, adanın Burgululu, Viran Bağ, Hıristos'taki gazinolarında içmekten zevk almaya başladı.

içelim, içelim şarap içelim Nice bir gav gibi ab içelim

der, suyun aleyhinde, şarabın lehinde söyler, lâfı Türklerde şaraba ge­tirirdi, istihzaya, şakaya, hattâ alaya alışmışa benziyordu. Divan Edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yah­ya Kemal'e:

Harâbisin, Harabati değilsin, Gözün mazidedir, âti değilsin

dedi, gülüştüler. Yahya Kemal durmadı, derhal:

Ne harâbî, ne harabatiyim Kökü mazide olan âtiyim

deyiverdi. Şairi yenememişti.

Bir gün arkadaşlarından biri "Maşallah Ziya Bey, karşıdaki güzel hanıma dik dik bakıyorsun" deyince, bir parça yüzü kızardı, sözü kadın güzelliğine nakletti: "Kadını güzel yapan iffettir, erkeğin karşısındaki kadını iffetli tanımasıdır ki çirkin kadını bile oldukça güzelleştirir" dedi ve sonra ilâve etti. "İlim adamları güzel kadınlarla evlenmemeli ki ilim ideali arkasında koşabilsin."

Emin ERİŞİRGİL

O'NUN HATIRALARI

Büyük idealist Ziya Gökalp’ı şahsen tanımam çok daha geç olmuştu. Meşrutiyet, Mülkiye'deki son imtihanımın ertesi günü ilân edilmişti. Birlikte mezun olduğumuz ağabeyim Mehmet Necip'le Osmanlı İmparatorluğu'nun bir serhaddi olan Kosova vilayeti maiyet memurluğuna tayin edilmiştik. O zamanın gençleri için Türk dilinde yegâne kültür meşalesi "Servetifünun edebiyatı" idi. Yabancı bir dil bilmeyen gençler bütün kültür gıdalarını bu mektepten alıyorlardı. Fransızca bilenler Fransız romantik ve realistlerine düşkün olmuşlardı. Bunların ikisinde de Fransız hümanizmi hâkimdi. Osmanlı imparatorluğu da kendisine mahsus bir hümanizm yapmaya çalışıyor ve bununla içindeki muhtelif milletleri tek bir kültür içinde kaynaştırmak istiyordu. Bu ümit ile İs­tanbul idadilerinden başka Mülkiye Mektebi'nde de Arapça, Rumca, Ermenice ve Bulgarca okutuluyordu. Fakat bütün bu gayretler üstünkörü bir yaldızdan fazla bir şey olamamışta. Çünkü Türklerden başka diğer bütün azınlıklarda İhtilâlci bir nasyonalizm, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından istifade etmek isteyen büyük devletler ta­rafından gördüğü muzaharatlarla çoktan kökleşmiş ve esas zaferlerini kazanmıştı. Osmanlı imparatorluğu’nun yalnız hasta değil, bitkin bir halde olduğunu Kosova'da bir müddet yaşadıktan sonra görmemek ka­bil değildi. O halde ki eski "Sırp Sındığı" sanki yerinden oynamış bir diş gibi sallanıyor, Rusya ve Avusturya'nın mütemadi tahrikleriyle ikinci bir Karlofça hazırlanıyordu. Ziya Gökalp’ın sesi de tara bu sırada çık­tı. Hatırımda kaldığına göre bu ses, Selanik'ten gelen "Genç Kalemler" in bir nüshasında "Asya'da dolaşan bir derviş" imzasıyla çıkan "Altın Destan"la başlar:

Asmanın üzümü dağılmış, salkım
Olmak ister, fakat bağban nerede!
Gideyim arayım kârban nerede!

Tam zamanında yetişen bu ses, kendinden geçmiş ve sessizlik içinde kendisine aziz bir dünya hayal etmiş bir idealistin sesi idi. Hayal eden her büyük idealist gibi o da gündelik davranışlarında beceriksiz ve mahcup olduğu için mecmuanın kalabalık imzaları içinde kendini saklamış, sadece kendine aziz olan fikirleri yoğurmakla kalarak tanıtmak istememişti. Fakat imzasından evvel için için hayal eden yüksek çapta bir mütefekkiri müjdeleyen bu destan üzerimdeki tesirine kıyasen hükmetmek caizse, o zaman için hakikaten bir "Altın Destan" olmuştu.

Burada bütün Türk dünyası, eski bütün Türk evlerinin önünü süsleyen ve altında sofra muhabbetleri yapılan "asma "ya, Türkiye de "salkım"a benzetilerek üzümü dağılmış asmadaki salkımın olmak istediğini, fakat "bağban"ın ve ona katılacak "kârban"ın nerede olduğunu sorar gibi görünürken eski Türk kahramanlığını uykusundan uyandıracak bir nefs itminanı ile acınıyor ve acıtıyor. Fakat bu acınma ve acıtmalarda bir "mersiye" ruhu değil, bir uyanış ve uyandırış havası esiyor. Yiğitlerin hovardalıkta kavrulduklarını görerek inhiraf etmiş kudretlerin yeniden eski yataklarına dönmesini özlüyor:

Yiğitler kalkın, bakın yurt ne halde?

Vatan nerede? Gideyim arayım kârban nerede?

ZİYA GÖKALP

"Altın Destan"ı, Üsküp'te oturduğum bir Sırp evinin Vardar'a bakan bir odasında okumuştum. Daha ilk mısralarında aydınlık getiren bir ruha temas etmenin verdiği dolgunlukla yerimde duramaz olmuştum. Neden sonra öğrendim ki bu destan "Genç Kalemler "in başında bulunan ve ismini vermeyen Ziya Bey namında, adım henüz işittiğim, etrafında hürmet ve hayranlık yaratmış bir mütefekkirin eseridir.

Sallanan diş Balkan muharebesinin şaşkınlığı içinde tamamıyla koparak İstanbul’da toplandıktan sonra Ziya Gökalp'ı şahsen üniversite konferans salonunda ve millî talim ve terbiye binasında verdiği konfe­ranslarda bir dinleyici halinde tanıdım. Bir omuzu kalkık, kollan düşük, gözleri tavanda, tıknaz ve yuvarlak vücuduyla kendini feda etmeyi meslek edinmiş kimselerin halini taşıyordu. Utangaçlığı ve münzeviliği mi­zacından ziyade hayal ettiği Türk dünyasını ifşa etmekten gelebilecek nahoş nazarlardan sakınmak isteyen bir çekingenlikten geliyor gibiydi. Konferanstan ziyade Türk Ocağı'nda daha samimi ve mahdut masa başı muhabbetlerini tercih etmesi de bu sebepten olabilir.

Ziya Gökalp'la şahsi tanışmam üniversiteye girdiğim bir mütareke gününde, müderrisler odasında oldu. Kanepenin bir köşesinde başını sola eğmiş, içi dolgun, dışı sakin bir halde otururken garip kıyafetli ve hiç tanımadığım bir adamın yanına yaklaşarak kulağına bir şey söylediğini ve biraz sonra Ziya Bey'in, hiçbir şey söylemeden, dışarıya çıkıp gelecekmiş gibi aramızdan ayrıldığını içimize düşen bir ateşle anladık.

Daha sonra süngülü bir jandarmanın yanında yanan Adliye nazaretinde süratle muhakeme edilmek üzere her gün tevkifhaneden taşındı­ğını ve mahkemede kendisini müdafaa edecek hiçbir avukat tutmadığı gibi fikirlerine ait sualler karşısında "Bunların yeri burası değildir" cevabiyle hâkimleri şaşırttığını ve nihayet Malta'ya gönderildiğini biliyo­ruz.

Büyük harp bozgunluğu Ziya Gökalp'ın başında bulunduğu "Yeni Mecmua"yı da söndürmüştü. Mütarekenin ilk şaşkınlığından sonra milli hareket başlayınca, Yahya Kemal, İsmail Hakkı, Haşim vesaire arkadaşlarla birlikte çalıştığımız "Dergâh" Mecmuası millî mücadele ile baş başa giden bir fikir ve sanat organı olarak büyük zafere kadar devam etmiş ve bu zaferi müteakip Malta'dan dönen Ziya Gökalp'ı karşılamaya giden "Dergâh"ta çalışmış, eski bir talebesine:
-Biz çerçeveyi yaptık, siz içini doldurunuz sözüyle "Dergâh"ın hususi­yetini tebarüz ettirmişti.

Bundan sonra İstiklâl Harbi'nin zaferini müteakip Ankara'da topla­nan "Heyet-i İlmiye"nin münakaşalarında Ziya Gökalp ile bazı noktalarda çatışık bir vaziyette olduğumuz halde doğru bulduğu fikirleri, kimden gelirse gelsin manevî bir memnuniyet aksettiren bir tebessümle herkesten evvel alkışlar, samimiyete hürmet ederdi. Bu esnada talebem Ağaoğlu Tezer'in davetiyle büyük ve muhterem dostum merhum Ağaoğlu Ahmed'in "Keçiören”deki evine öğle yemeğine davet edilmiştim, Ziya Bey'i ilk defa şık denebilecek bir halde gördüm. Siyah bir ceket altında ütülü beyaz pantolonuyla köseye gömülmüş. Napolyon'dan bahsediyor, her büyük adamın mutlaka feylesof ruhlu olacağını söylüyordu. Yemekten sonra bahçeye indiğimiz zaman nasılsa yan yana gelince ba­na Bergson'dan muhabbetle bahsederek bütün eserlerini Türkçeye nakletmem lâzım geldiğini ve bunu benim yapmamın çok iyi olacağını pek sıcak ve yumuşak bir sesle söylerken göklere bakıyordu.

Onu son görüşüm, bundan sonra İstanbul Darülfünunu'nda bir seri konferanslar vermek üzere geldiği zamana tesadüf eder. Yine bir omuzu kalkık, kollan düşük, yuvarlaklığı gevşemiş, yüzü balmumu gibi sararmış, stoik bir tevekkül ile, konferans salonuna geliyordu. Uzven bitkin görünmesine rağmen düşünen ve düşündüren halini kaybetmemiş, yatağa düşüp kendini kaybedinceye kadar hayal etmiş ve ettirmişti.

Prof. M. Şekip TUNÇ

PROFESÖRLÜKTEN SÜRGÜNE

Yaşça daha büyük olanlar cephelere gittiği için, 1916–1917 ders yılın­da onun sınıfında dört kişi kalmıştık. Kumrala çalan pos bıyıklan du­dak uçlarını örten, iri gözlü, şişman yapık olan bu adamın ilk görünü­şünde hiçbir hususilik yok gibiydi.

Aradan üç yıl geçti ilk günlerde onunla bu dört kişilik sınıf arasındaki derin uçurum, artık o kadar kendini hissettirmiyordu. Bazı şeyler öğ­renmiştik, onun o zaman kadar bize çok yabancı gelen ilim lehçesine alışmıştık.Ziya notsuz ders söylerdi. Bu söyledikleri çok çetin ve uzun bir çalışma mahsulü şeylerdi.Fikirlerini anlamamaktan ileri gelen itirazlara ince, nazik eda ile ce­vap verirdi. Hiçbir sual veya itirazı cevapsız bıraktığı olmamıştı.

Dersin bittiğini haber veren zilden sonra da çok defa derse devam ederdi. Mevzuu orada bırakmak istemediğinden yahut bir cezbe içinde bahse dalmış olmaktan gelen itiyatla sınıfta kalırdı. Bir defa, onun der­sinden sonra aynı sınıfa dersi olan bir Alman profesörün talebeyi iste­miş olduğunu hatırlarım.Biz o zaman çocuktuk, fakat yıllarca sonra Ziya da, okuttuğu şeylerin, bir akide, bir din imanı halini almış olduğunu öğrendim.

Harbin son günleri gelmişti. Malûm akıbetler belirdi. Bir gün derse girmeden evvel Ali Kemal'in, o günkü gazetesinde çıkmış bir makalesini getirdiler: Ziya Gökalp idam edilmelidir serlevhalı bir başmakale. Sınıfa girdi, aynı soğukkanlılıkla dersini verdi. Benzinde solgunluk bile yoktu. Kendisine mahut makale hakkında fikrini sorduk: İçtimaî bir hadise dedi, o kadar.Bu manzara, baldıran zehrini titremeden içen Sokrat’ın ölüm karşısında duyduğu kayıtsızlıktan farksızdı. Birkaç gün sonra, Darülfünun'daki dersine geldiği bir saatte, onu tevkif edip götürdüler. Eski Harbiye Nezareti avlusundaki binada ziyaretine gittik. Aynı sakin adam, biz onu teselli edecektik. O bizi teselliye başladı.

Evet, Ziya'da okuttuğu şeyler bir akide, bir din imanı halini almıştı. İlmini bir lüks değil bir iman olduğunu bize öğreten odur.

Hatemi Senih SARP

ZİYA GÖKALP

Türklüğe nur ve ziya saçan bir meş'al gibi
Sensin! Ey ruhumuzda yaşayan büyük ölü
Sen verdin gençlere sönmez, millî ideal
Yığınlarla toprakta yatıyorsun örtülü.

Türkçülüğün uğrunda yükseldi o gür sesin
ilâhi bir güneştin, fakat bu yerde battın
Umulmadık bir zamanda, birden söndü nefesin
Ağlayan kalbimize bir kat daha dert kattın.

Sen verdin kalbimize iman, kafamıza nur
Bu kara topraklarda mezarsız yatıyorsun
Güneş toprakta durmaz, semalarda bulunur.
Ebediyen yâd eder seni her Türk evladı
Millî Peygamberinin çünkü "Ziya"dır adı!

1933-Tekirdağ Ahmet HİLMİ

 

 

Şiirleri